Kumandan’ın ardından… Bitmemiş şiir…
“Hayatın hakikati nedir?” meselesine, İslamî bir tecrid derinliğinden, bütün insanlığı kuşatma cehdiyle –sistem bütünlüğünde– cevap veren İbda Mimarı Salih Mirzabeyoğlu’nun o muhteşem beyni, sonunda “kanadı…”
Şükrü Sak, Salih Mirzabeyoğlu ile 2014 Yılında Bolu F tipi cezaevinde
**
KUMANDAN Salih Mirzabeyoğlu’da bu âlemden gitti… Sonsuz bir sefere çıktı… Son röportajı da yine burada yayınlanmıştı, bundan altı ay kadar önce, “Ölüm Odası etrafında temel meseleler” başlığı altında ve dört bölüm olarak. “Âlem bir rüya” diyordu o konuşmada, “Varis O, O’na dönücüyüz…” diyordu…
O’na döndü… Allah’a…
Son eseri; “Ölüm Odası”ydı… Modern hayat dedikleri hayatın ne kadar dışında, o hayata ne kadar “yabancı” bir isim; “Ölüm Odası…” Hâlbuki günümüz insanı kendini ölümsüz sanıyor, bildiğiniz ölümsüz(!), küçücük “tanrılar” halinde yaşıyor hayatı… Modern insan bu yüzden “fânilik” hissine yabancı… Böyle bir duygu, his yok hayatında! Ne demek fânilik?..
“Ölüm Odası” bu yüzden çok tuhaf geliyor, -geldi- günümüz insanına…
Hiç beklenmedik bir şekilde ayrıldı aramızdan Mirzabeyoğlu… O büyük kahramanların asil sessizliği içinde gidiverdi birden… Biz sanıyorduk ki, “Ölüm Odası”nın, “dünyaya kapalı, Allah’a açık” penceresi aralanacak ve Kumandan;
— İnsanlığın biricik gayesi ölümsüzlüğe ulaşmaksa eğer, girmeniz gerek önce “ölüm odası”na… diye seslenecek…
“Ölmeden ölme” gayesini, bir toplum nizâmı olarak ögrüleştiren, günümüz insanına “ölümlü bir varlık” olduğunu hatırlatan o, yine seslenecek;
“aklımda hep aklımda
atıldı yarama tırnak
gece gördüğün rüya
şu halime denk olmuş
yeşil dallar murattır
tabutta geçen hayat
sanki çıkmış rüzgarla
gelmiş sana ulaşmış
ölümün ürküntüsü
ölümsüzlük ülküsü”
Ölümsüzlüğün sırrını fısıldayıp duruyordu “Ölüm Odası”ndan;
Ölümsüzlüğün sırrı?..
“Bu kulaklara göre ağız değilim ben” dedi sonra…
Sonra daha sert konuştu:
“Sabahleyin dağlar nasılsa
ruhum öyle sakin ve duru
fakat onlar bana fikre soğuk
göbek havasından haberleri
ve işte alık gülüyorlar - hayır
nefret ediyorlar benden
şükür farz oldu artık
ya bu alıklar sevselerdi beni!”
(Münşeat, Salih Mirzabeyoğlu, sh; 140)
Sonra nedendir bilinmez o “alıklar” da sevdi(!), sevmeye(!) başladı onu… Niye?.. Bilmiyoruz…
Nerden bilebilirdik ki, “ben hep yalnız yürüdüm” diyen o “insan” örneği, yine böyle beklenmedik bir şekilde çıkıp gidecek dünyadan?.. “Bilsek” ne yapardık ki?..
“Ölümlü dünyaya, hiç ölmeyecek gibi çalışıp durarak…”
“Oluş zirvede son buldu adı da ölüm oldu!” diye yazmıştı Mevlüt Koç ağbey Kumandan’ın ölümünün ardından; “O da tüm dehalar gibi, kendi kendine açtığı krediyle yaşamak zorunda kaldı.”
Öyle oldu…
*
Üstad Necip Fazıl onu; “Beklenen fikir kahramanı” olarak selâmlamış, öyle takdim etmişti… Kendisinin ortaya koyduğu ideolocya, İslâm davasının “nasıl”ınıgösteriyordu, Mirzabeyoğlu, “Niçin İslam?” sorusunun cevabını örgüleştirdi; Kurtuluş reçetesi tamamlandı…
“O muhteşem beyin sonunda “kanadı…” diye düşünmüştüm 4 Mayıs’ta beyin kanaması geçirdiği haberini aldığımızda; “Hayatın hakikati nedir?” meselesine, İslamî bir tecrid derinliğinden, bütün insanlığı kuşatma cehdiyle –sistem bütünlüğünde– cevap veren İbda Mimarı Salih Mirzabeyoğlu’nun o muhteşem beyni, sonunda “kanadı…” diye…
“Hayat nedir, ölüm nedir, varlık nedir, zaman nedir, oluş nedir, sanat nedir?..” gibi insana kendini doğrudan empoze eden, insanlığın temel meselelerine, bütün insanlığı kuşatma cehdiyle cevab veren o muhteşem beyin, sonunda, hiç beklenmedik bir şekilde “kanadı…” ve durdu…
Bütün insanlığı kuşatma cehdiyle -sistem bütünlüğünde- verilen cevap?.. İbda Külliyatı...
*
Susmuş olmamak için yazıyorum bunları…
Yoksa, hayatı ölüme ayarlı yaşayan bir mütefekkirin ölümü karşısında biz ne söyleyebiliriz ki?..
Hayatı ölüme ayarlı yaşamak?.. “Ölmeden ölme sırrına” ermiş olarak…
*
“Ben kimim?” diye sormak, “ölüm nedir?” diye sormakla birdir… “Ben”… Bütün hayat, bu soruya cevap vermek üzere yaşadığımız hadiseler dizisinden ibaret!..
Böyle diyordu, hayatı ölüme ayarlı yaşayan fikir ve aksiyon savaşçısı…
Ben kimim?..
Hayatı ölüme ayarlı bir fikir ve aksiyon savaşçısının ölümü üzerine biz ne diyebiliriz ki?..
Hiçbir şey… Sadece susabiliriz, susabilirsek…
O’nun, Kayan Yıldız Sırrı isimli şaheserindeki, “Bitmemiş Şiir”iyle susuyoruz:
“Kaş göz yerli yerinde... ya iç yüzüm
Ressamın eliyle açılan yara
Zamanla değişir de değişmez bütün
Mezarda görünür asıl manzara...”
Şükrü Sak-Milat
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.