Maraş bize mezar olmadan!
"Çete bayramı"
Bizim çok yakın tarihimiz bile bazen bize çok uzakmış gibi durur…
Halbuki daha dün denecek kadar yakın bir zamanda yaşanan o kadar hadise kayda geçmediği için ya unutulur ya da ‘dışımızda’ kalır… Babamdan doğrudan dinlediğim, aslında birbiriyle ilgisiz duran, fakat hem 1920’li yıllardan, hem Maraş’ın Fransız işgalinden kurtuluşuna dair anekdotlar içeren, hem de daha sonra İstiklâl Mahkemeleri ile susturulan Anadolu insanının ne yaşadığına dair izler taşıyan bu ‘anlatımları’, Maraş’da adı “Çete Bayramı” olarak bilinen, “Maraş’ın düşman işgalinden kurtuluşunun yıldönümü” vesilesiyle okuyucularımızla paylaşmak istedim…
Bunlardan birisi, “Göksun’lu Aşık Müslüm-Müslim” olarak bilinen bir Halk Aşığı… Yeni Türkçe ile halk ozanı… Yaşadıkları bölgede tanınan bu isimler, “Halk aşığı” geleneği içinde, yaşanan siyasî ve sosyal olaylar etrafında, Anadolu insanının diliyle, “türkü düzerler”, bunları tabii bir doğaçlama içinde söylerler ve dilden dile aktarılarak bugüne kadar gelmiştir… Gelmeyenler tabii ki gelenlerden daha fazla…
Aşık Müslüm’ün çok ilginç de bir hikâyesi var, babamdan dinlediğim…
Köyde, dedemin yanına gelip gidermiş; Duran Hoca’nın… Ahbaplar yani… 1952 veya 1953 yılları…
Maraş’ın kurtuluş savaşını anlattığı bir şiir…
-“Şöyle merdivenin başına oturdu” diye anlatıyor babam… Ve dedem Duran Hoca’ya ithâfen okuduğu, -o ân doğaçlama olarak- okuduğu şiiri söylüyor, “aklımda kaldığı kadarıyla” diyerek:
Aşık Müslüm, Duran Hoca’ya ithafen:
Fransa geldi de askerin dizdi
Fedakâr Müslüman ordusun kurdu
Harb etti Maraşlı alnını verdi
Vurun kahramanlar vermen vatanı!
Sağda solda ahbabımız eşimiz
Gadir Mevlam hayırlı etsin işimiz
Türkoğlu Aslan beğ çete başımız
Kaçırdık kâfiri biz gördük günü…
Hak göstersin ol Resulün boyundan
Ayırmasın dünya ahret soyundan
Duran Hoca Dadağlı’nın köyünden
Orda Fransa’ya çevirdi yönünü…
Aşık Müslüm ile, dedem Duran Hoca arasında bir de “atışma” var:
Duran Hoca:
Ben bir zaman yollarımı şaşırdım
Firgat geçti yüce dağdan aşırdım
Mevlam ağu katmış, bir aş pişirdim
Merhem buyur doktor isen yarama…
Aşık Müslüm:
Evel Allah ben düşerim peşine
Daha neler gelir kimbilir başına
Rabbim şeker katsın senin aşına
Çok lezzetli olsun bal da beraber…
İdamdan dönen Aşık Hüseyin…
Bir de Dostoyevski’nin kendi başından geçen bir hadise olarak Budala’da anlattığı, son anda idamdan kurtuluşu var; Ölüm korkusunu bütün şiddeti ve dehşetiyle yaşadığı ve sayfalarca anlattığı hadise…
Aşık Hüseyin’de bu hadisenin aynısını yaşıyor… Fakat bir “Dostoyevski” olmadığı için onun ‘Budala’ diye bir romanı yok… Aslında babam anlatmamış olsa, bundan kimsenin de haberi olmayacaktı, benim de tabii…
Aşık Hüseyin’de dedem Duran Hoca’nın ahbabından, yanına gelip gidenlerden…
Babam, “Araplı’da dururdu, ben küçüktüm o zamanlar’ diyor. Bizim eve de gelmiş. “İnce, zayıf bir adamdı” diye anlatıyor…
Konuşmaya başlayacağı zaman veya bir şey sorulduğunda, ‘söyle’ denildiğinde;
“Söyleyek evvel Allah Resul’den sonra”
Dermiş…
(Bu ifâde Anadolu insanının kültürünü, Allah ve Resul adını anarak söze başladığını gösteren güzel bir örnek gibi geldi bana…)
Bu adam, aynı zamanda, şu meşhur ‘Acem kızı’ türküsünü de söyleyen adam…
Bu türkü, aslı ile onun, sözü ve sazı da ona aitmiş..
Şaşkınlığım had safhada… Ben bu türküyü sever ve dinlerdim… Böyle bir hikâyesi olduğunu duyunca şaşırıyorum hâliyle…
Bunu “asker kaçağı” diye yakalıyorlar… Antep’de… Meydanda asılacak… Diğer asker kaçakları sıra ile asılıyor. Halk damların üzerine çıkmış bu manzarayı izliyor…
Astıkları her adama, asmadan önce, “son sözün nedir?” diye soruyorlar… Anadolu’da korku ve dehşet salan İstiklâl mahkemeleri…
Mahkeme başkanı Tahsin bey diye biri…
Sıra Aşık Hüseyin’e geliyor…
Ona da soruyorlar; “Son sözün nedir?”
Aşık Hüseyin başlıyor söylemeye:
Akşamdan kaçanı erken tutarlar
Cühnesi olanı hapse atarlar
Ben ölürsem el kızını satarlar
Kıyma Tahsin bey n’olur canıma
Kendiri görünce kırıldı dizler
Yine melüllendi şol ala gözler
Minnetçim olsun gelinler kızlar
Kıyma Tahsin bey n’olur canıma
Antep ahalisi bütün derildi
Kırk damarım kırk yerinden kırıldı
Asılma fermanım, karar verildi
Kıyma Tahsin bey n’olur canıma…
Aşık Hüseyinim der ki gezdim yoruldum
Gözüm bağlı darağacına sarıldım
Öldüydüm efendim şimdi dirildim
Kıyma Tahsin bey n’olur canıma
Aşık Hüseyin böylece kurtuluyor idamdan…
Acem kızı
İşte bu da Aşık Hüseyin’in söylediği o meşhur türkünün orijinal hâli…
Sazı, sözü, bestesi, güftesi hepsi kendine ait:
Canım kurban olsun ikrar güdene
Belin ince boyun benzer fidana
Ateşine yansın Tarsus Adana
Ne hoş zil vuruyor el acem kızı…
Silkinip de şu sahneye çıkınca
Eğlen şu sahnede kal acem kızı
Rengin beder beder yüzün kırmızı
Gerdan akıyor ter acem kızı…
Gözlerin olmuş da zemzem dolabı
Kaşın değer Berit (Beyrut) ile Halebi
Kıvrılmış perçemin sırma kelebi
Güne karşı parlar tel acem kızı…
Aşık Hüseyin’im der ki böyle naz mı olur
Çok salınma usul boya göz olur
Mısır’ı Bağdat’ı versem az olur
Benim de kıymetimi bil acem kızı…
Bunun üzerine kendisi;
“Bana çıkardı bir altın verdi” diye de anlatıyor…
*
Bir köyenstitüsü hikâyesi ve…
Dedem Duran Hoca, köyenstitülerinin ilk mezunlarından, “belletmen” denilen… Latin alfabesini ilk öğrenenlerden. O zaman 6 aylık hızlandırılmış bir kursun ardından “öğretmen” oluyor, o zamanki söylemle; “belletmen…”
Haruniye de Köyenstitüsü…
Oranın müdürü; Lütfi Dağlar…
Dedem, galiba yanında babam da olduğu halde ordalar…
Müdür soruyor;
-Molla Durdu’nun şiirini bilen var mı?..
Dedem;
-Ben biliyorum diyor…
(Molla Durdu, Orçan köyünden… O zaman düşmanın, Bulgaların Edirne’ye gelmesi üzerine bu şiiri yazmış…)
İşte o şiiri dedem Duran Hoca ezberden okuyor:
Çok perişan milletimiz
Vacip buna gayretimiz
Şaştı şimdi devletimiz
Din gayreti bugün gardaş
Canı can verelim malı maldan
Mevlam gafil olmaz kuldan
Edirne’yi alacak elden
Din gayreti bugün gardaş
Bugün kâfir beri geçti
Vezir vüzerâlar şaştı
İstanbul’a korku düştü
Din gayreti bugün gardaş
Kâfir ayâlları bağlar
Figan etti yüce dağlar
O Mekke-Kâbe ağlar
Din gayreti bugün gardaş
Mescidi mihrabı yıktılar
Minareye çan taktılar
Minbere kurşun sıktılar
Din gayreti bugün gardaş
Molla Hasan et can fedâ
Yarım eyle Barî Hüda
Böyle duysun Bayi Keda
Din gayreti bugün gardaş!
Ezan-ı Muhammedi sevinci…
Yine o dönemi, 1950’li yılları yansıtan bir hikâye de, Ezân-ı Muhammedi’nin aslı üzere okunmaya başlaması üzerine dedem Duran Hoca’nın duygularını yazdığı ve o dönem gazetelerin birinde yayınlanan şiiri… Hangi gazetede yayınlandığını bilmiyorum.
Köye, “Ezan’ın artık aslı üzere okunacağını bildiren” bir tebligât getiriyor bir jandarma… Anadolu’nun köylerinde bir bayram havası, sanki ikinci defa düşman işgalinden kurtulmuşcasına bir sevinç… İşte bu şiir de o dönemi ve Ezan’ın tekrar aslı üzere okunmaya başlamasının Anadolu’nun köylerinde nasıl karşılandığını gösteren bir örnek:
Büyük emir geldi okundu ezan
Şeriat üzere kuruldu düzen
Birçok sıkıntı var gönlümü üzen
Gönlümün gamını aldın Ankara
Vekiller başladı hayırlı işe
Var idi millette fikri endişe
Sayın vatandaşlar yorulmayın boşuna
Güzel adaletler kurar Ankara
Zengin olan çeltiğini* lekliyor*
Fakir köylüler yardım bekliyor
Bir kuru çalısını saklıyor
Fakirin de bu hâlini düşün Ankara!
*Çeltik: Pirinç tarlası.
*Leklemek: Sulamak, bel denilen kürek benzeri bir aletle, tarlayı sulamak.
*
"Her gece rüyamda boğazıma sarılıyor o çocuk.."
Bu tarzda, bizden iki kuşak önceki, yani babalarımızın ve dedelerimizin Türkiye’si, tarihi, ne yaşadıklarını anlatan diğer hikâyler de var. Sanki bin yıl önce yaşanmış gibi uzak geliyor şimdi insana… Ermeni tehciri öncesi ve sonrasında Maraş’ta yaşananlar da baştan sona dramatik hikâyeler içeriyor… Zeytin (Bir köy) tamamı Ermeni, Fındıcak (tamamı Ermeni)… Şehirde ve bazı yerlerde dediğim gibi iç içe yaşıyorlar…
O zamana kadar, Müslüman Türk halkı ile huzur ve barış içinde yaşayan Ermeniler, Maraş Fransızlar tarafından işgal edilince azgınlaşıyorlar… Civar köylerde yaşayan bir Ermeni kadın, anamın teyzesini damda tarhana sererken görünce;
-Kara Şerifeee, Kara Şerifeee! Daha da tarhana yiyicuk ümidinde misin? Büyük Allah geldi oturdu Maraş’a!
Diye lâf atıyor! Fransızlar kasdıyla…
Daha sonra Ermeni komitacıların Anadolu köylüleri üzerinde estirdiği korkunç terör ve saldırı olayları… Hala dilden dile nakledilen katliamlar…
Sonra onlar için ‘kıyâmet’ kopuyor tabii…
Fındıcak’ta Kiliseye doldurulup yakılan Ermeniler, kaçanlar, kaçamayanlar, sürgüne gidenler, gidemeyenler, her yönden “trajik ve dramatik” hikâyeler içeriyor…
Mesela, Deli Musduk’un bir Ermeni çocuğu öldürmesi, korkunç…
Deli Musduk, 90 yaşına geldiği hâlde;
-Her gece rüyamda boğazıma sarılıyor o çocuk…
Diye anlatıyor…
Ölünceye kadar da aynı kâbusu görmeye devam ediyor… İri cüsseli babayiğit bir adammış… Yemen’den dönerken, açlıktan, yolda buldukları bir deve leşini nasıl yediklerini, leşi ateşe attıklarında, etin nasıl büzüştüğünü, gözüyle görür gibi anlatıyordu babam. O da kendisinden dinlemiş doğrudan…
“Giden gelmiyor, acep nedendir?” diye türküler söylenen, ağıtlar yakılan Yemen… Babamın anasının –ninemin- (Hatınana derdik biz rahmetliye) babası da Yemen’e gidip dönmeyenlerden… Yetim büyümüş Hatınanam…
Bu anlattıklarımın tamamı, bir nevi ‘özel tarih’ gibi, resmi belge ve kayıtlarda geçmeyen hadiseler…
Bugün Maraş’ın düşman işgalinden kurtuluşunun 97’inci yıl dönümü… Mustafa Armağan’ın bu vesile ile “İslam'ın serhaddiydi, İstiklal’in Ferhad'i oldu Maraş 97 yıl önce bağımsızlık ruhunu tutuşturmuştu!” başlıklı, “Maraş ruhunu” çok güzel özetleyen yazısını okuyunca, bir Maraşlı olarak aşka geldim ve bu vesile ile bunları anlatmış olduk vesselâm… Maraş’ta “Kurtuluş günü”nün adı, halk dilinde, “Çete bayramı”dır… Şehrin her tarafından, köylerinden, kasabalarından grup grup, özel kıyafetleriyle gelir, katılırlarda törene… Bunlar halk kurtuluş misilisleri… O gün o şartlarda halkın kendi kendine örgütlendiği gruplar… “Çete başımız Aslan bey” diye geçiyor ya yukarda… Çete?.. Bu kelime, bugün menfi anlamlarda kullanılıyor veya suç örgütleri kasdıyla… Galiba artık Maraş’ta da bugünü “Çete bayramı” olarak anan kalmadı…
Şükrü Sak
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.